- Montaigne Denemeler adlı eserinin "İNSAN DOĞASI" kısmında şöyle yazmış;
- İmitation Game filminde ilginç bir anektod var. 01:19. dakikada...
+ İnsanlar neden şiddeti sever biliyor musun Hugh?
+ İyi hissettirdiği için tabii ki.
+ Bazen iyi hissettiren şeyi yapamayız. Mantıklı olanı yapmak zorunda kalırız.
- Mantıklı olan nedir?
+ Yalan söylenmesini beklediklerinde birilerine yalan söylemek en zor andır.
+ Yalan bekleyen birileri varsa onlara bunu veremezsin.
- Kahretsin Alan haklı.
- Ne?
- Denizaltılarını yok etsek Almanlar ne düşünürdü? (Ahlaki olan, doğru olan, iyi hissettirecek olan)
- Almanlar Enigma'yı kırdığımızı anlar. Öğle itibarıyla bütün radyo iletişimini durdurup hafta sonu itibarıyla da Enigma'nın tasarımını değiştirmiş olacaklardır.
- Evet.İki yıllık çalışma.Burada yaptığımız her şey tamamen boşa gidecektir.
+ Konvoyda tam 500 sivil var. Kadınlar, çocuklar. (Ahlak ve insaniyet, iyi olan, iyi hissettirecek olan)
+ Onları ölüme terk etmek üzereyiz.
- İşimiz yolcu konvoyunu kurtarmak değil savaşı kazanmak. (Mantık, gerçek olan, kötü hissettirrecek olan)
- İşimiz Enigma'yı kırmaktı. Onu başardık.
- Artık en zor kısım bunu sır olarak saklamak. (Beklenen yalanı sonucunu bile bile söylemek. Mantıklı olan.)
Malesef Sık sık Savaş gibi aşırı anlarda işte bu çıkmazda kalınıyor. Savaş harici zamanlarda da özellikle iş hayatımızda böyle anlarla karşılaşıyoruz bazen. Özellikle kriz anlarında. Savaş ile kriz arasında hiç bir fark da yok zaten.
Yani birileri bir sebepten sizden yalan söylemenizi bekliyorsa ya da yalan söylemenize(!) ihtiyaçları varsa kendi vicdanınızda ahlaki olan ya da iyi hisstemenizi sağlayacak olan yalan söylememek olmakla beraber, (Çünki yalanınız yüzünden birileri ya da bir şeyler zarar görecek olabilir ya da ahlaki yapınız gereği bu duruma izin vermiyor olabilirsiniz ayrıca mutsuz olacaksınız) mantıken ve daha fazla fayda için yalan söylemeniz gerekebilir. İşte Bunu yapmak oldukça zordur. Ahlaki değerlenizle ve mantık çelişir. Çünkü Ahlak'ın içerisinde bazen irrasyonellik vardır. İrrasyonel olma durumu burada başkalarının alacağı daha büyük hasarlar uğruna sadece kendinizi iyi ve huzurlu etmek adına vicdani olanı yapmaktır. Ancak mantık her zaman rasyoneldir. Aslında vicdani ve ahlaki adı altında yaptığımız çoğu şey optimum faydayı sağlamak adına değil kendi çıkarlarımızı ya da kendi kendimizin huzurunu maksimize etmekle alakalıdır. Kendinizi yaptığınız, başardığınız işin sonunda huzurlu hissetmek adına aslında büyük resmi göremeden hareket etmek ne kadar doğrudur?
- Acaba neden akademisyenler, doktorlar (özellikle cerrahlar), mühendisler, hakimler gibi toplumsal ve entellektüel olarak prestijli meslekleri icra eden insanlarda ortak olarak ucu gözükmeyen bir kibir ve ukalalık ve yer yerde zalimlik vardır ?. Neden sadece kendilerinin ya da ürettikleri şeylerin en doğru ya da en iyi olduklarına inanıp diğerlerini küçük görme ya da dışlama eğilimindedirler ve neden bu meslek guruplarındaki insanlar kendilerini toplum içinde olduklarını söylerken aslında topluma kapalı yaşarlar. Sadece kazandıkları entellektüel birikim ve mesleklerinin yapısı yüzünden mi?. Hayır. Bunun nedeni aslında ilginç. Bu insanlar bu mertebelere gelene kadar o kadar çok sıkıntı ve acı çekerler ve mahrum kalırlar ki; sonunda bu durumlarına ulaştıkları zaman ödedikleri bu ağır bedeller sonucunda diğer hiç bir şeyin daha değerli olabileceği ve önemsenebileceği ihtimalini düşünmezler. Çünkü geldikleri yol çok zorludur. Bu kadar ağır şartlar ve zorlanmalar ve yoksunluklar ile bu düzeye gelmiş birisi için daha değerli veya önemli ne olabilir ki ?. İşte bu inanış bu mesleklerde bir yere gelmiş insanlarda kibir, ukalalık ve kendilerini toplumdan izole etme ve hatta zalimlik şeklinde kendisini gösterir. Hatta kişi bu duruma gelene kadar ki aşamalarda algıladığı bu sıkıntının ve zorulukların, yoksunlukların dozuna bağlı olarak kişi kendisini diğer her şeyden bile üstün görebilir. Bu yüzden mesleklerindeki insanlar özel ya da mesleki hayatlarında hata da yapsalar, zamanın gerisinde de kalsalar (teknik ya da entellektüel açıdan) bunu asla kabul etmezler. Çünkü bu durum için çok bedel ödediklerine inanmaktadırlar. Daha fazla bedel ödemek konusunda ciddi defansları vardır. Çünkü çok acı çektiklerini bundan sonrada artık bunun sefasını sürmeleri gerektiği konusunda sağlam bir inançları vardır.
-İlginç bir anektod okudum Cevdet Kılıç'ın Bilgelik Hikayeleri adlı kitabında. Aslında yazmaya değer çok fazla anektod var ancak iki tanesini ben beğendim. İlk Anektod şöyle;
İkincisi ;
Bazı insanların kulakları ve beyinleri ayaklarındadır. Omuzlarının üzerinde değil. Dolayısı ile onlarla konuşabilmeniz için ayaklarına doğru konuşmanız gereklidir. Yoksa sizi duyamazlar. Bu normal bir durumdur. Sizi alçaltmaz. Ancak Kulakları ve beyni omuzlarının üzerinde olan insanlarla ayaklarına doğru konuşursanız onlarda sizi duyamazlar.Ancak bu durumda siz alçalırsınız. İşte bu iyi ya da normal değildir. Kulakların nerede olduğuna dikkat etmek gereklidir.
Günlük hayatımızda ve insanlarla olan alış verişlerimizde fazla parlak ve keskin bir zekâ göstermek de doğru değildir. Zekâmızı olaylara ve dünya işlerine daha elverişli bir hale getirebilmek için biraz ağırlaştırmak, körleştirmek, onu bu karanlık ve bayağı hayata uydurmak için karartmak ve bulandırmak lâzımdır. Yüksek ve ince felsefi düşünceler iş görmeye elverişli değildir. İşleri derin, inceden inceye düşünüp aydınlatmaya lüzum yoktur. Birbirine zıt birçok parlak fikirler ve biçimler içinde insan kendini kaybeder.bunun anlamı şu. Günlük yaşayış , işlerimiz, karşılaştığımız sorunlar ve günlük sosyal ilişkilerimizde ince ve derin düşünmek yerine tamda olduğu gibi göründüğü gibi görmek ve davranmak çok daha doğrudur. İnce düşünüp fazla hesaplayarak yaşamak, olaylara çözüm getirmek cidden çok zor. İnsanlar, olaylar ve sorunların çözümü ile ilgili olarak durum aslında ne ise odur. Fazla kurcalamamak bir şeylere bağlamamak, benzetmemek, ilişki kurmamak, olduğundan fazla ve ince değer yüklememek ve karmaşık düşünmemek gereklidir. Çünkü bu şekilde yapmanın bir gereği yoktur. Kaan Öztürk hoca durumu güzel özetlemiş. Beğendiğim lafı italik yazdım.
Bir konuyu incelemeye çok fazla dalan uzmanlar, yaprakları incelemeye dalarak ormandan çıkış yolunu kaybeden gezginlere benzeme tehlikesi içindedir. Ayrıntılar içinde boğulurlar, hayat boyu biriktirdikleri bilgilerin yarattığı önyargılarla yanlış yöne giderler. Daha az bilgili ve daha az dikkatli biri büyük resmi kolaylıkla görürken, uzman “olayın o kadar basit olmadığını” ispat etmek istercesine başka yorumlar üretmeye çalışır.İşte bu yüzden genellikle bizim ironik bir durum olarak nitelendirdiğimiz "bir iş için uzmanından çok uzmanlığı olmayanın daha başarılı olması" durumu tam da bu şekilde çok güzel açıklanabilir. Kısaca başarı durumu sadece Dennis-Kruger Sendromu ile açıklanmaz. Ne kadar garip. Bir konuda başarılı olmak için uzmanlaşma çabaları eğitim alma çabaları sonucunda başarılı olmak beklentisi en doğalı iken fazla uzmanlaşma ve bilgide faydadan çok zarar getirebiliyor. Gerçi Montaigne 400 yıl önce biraz abartmış olabilir. Ancak dedikleri doğru. O zaman uzmanlaşma ve bilgi sahibi olmak konusundaki optimum nedir ?. Demekki bir konuda başarıyı sağlamak için ilk önce çok iyi bir uzmanlık ve bilgi gerekmiyor. Ama bu hiç olmaması demek de değil. Uzmanlık ve bilginin sanırım faydası ilk başlangıçta değil başladıktan sonraki evrede kendisini gösteriyor. Bu durumu bir kaç örnekle de pekiştirebiliriz. Örneğin Türkçe 'de "Kervan Yolda Düzülür." diye bir laf var. İşte bu Montaigne'nin ifadelerine tam oturuyor. Başka bir gözlemde genelde Bütün büyük zenginler aslında kendi işlerinde o kadar uzman ya da bilgili değiller. Ancak yanlarında aşırı uzman ve bilgili bir çok zeka çalıştırıyorlar!. Demekki başarı sadece bilgi ile ilgili bir durum değil. Cesaret ve Şans faktörü'de başarıda, özellikle ticari başarıda, önemli bir yere sahip.
- İmitation Game filminde ilginç bir anektod var. 01:19. dakikada...
+ İnsanlar neden şiddeti sever biliyor musun Hugh?
+ İyi hissettirdiği için tabii ki.
+ Bazen iyi hissettiren şeyi yapamayız. Mantıklı olanı yapmak zorunda kalırız.
- Mantıklı olan nedir?
+ Yalan söylenmesini beklediklerinde birilerine yalan söylemek en zor andır.
+ Yalan bekleyen birileri varsa onlara bunu veremezsin.
- Kahretsin Alan haklı.
- Ne?
- Denizaltılarını yok etsek Almanlar ne düşünürdü? (Ahlaki olan, doğru olan, iyi hissettirecek olan)
- Almanlar Enigma'yı kırdığımızı anlar. Öğle itibarıyla bütün radyo iletişimini durdurup hafta sonu itibarıyla da Enigma'nın tasarımını değiştirmiş olacaklardır.
- Evet.İki yıllık çalışma.Burada yaptığımız her şey tamamen boşa gidecektir.
+ Konvoyda tam 500 sivil var. Kadınlar, çocuklar. (Ahlak ve insaniyet, iyi olan, iyi hissettirecek olan)
+ Onları ölüme terk etmek üzereyiz.
- İşimiz yolcu konvoyunu kurtarmak değil savaşı kazanmak. (Mantık, gerçek olan, kötü hissettirrecek olan)
- İşimiz Enigma'yı kırmaktı. Onu başardık.
- Artık en zor kısım bunu sır olarak saklamak. (Beklenen yalanı sonucunu bile bile söylemek. Mantıklı olan.)
Yani birileri bir sebepten sizden yalan söylemenizi bekliyorsa ya da yalan söylemenize(!) ihtiyaçları varsa kendi vicdanınızda ahlaki olan ya da iyi hisstemenizi sağlayacak olan yalan söylememek olmakla beraber, (Çünki yalanınız yüzünden birileri ya da bir şeyler zarar görecek olabilir ya da ahlaki yapınız gereği bu duruma izin vermiyor olabilirsiniz ayrıca mutsuz olacaksınız) mantıken ve daha fazla fayda için yalan söylemeniz gerekebilir. İşte Bunu yapmak oldukça zordur. Ahlaki değerlenizle ve mantık çelişir. Çünkü Ahlak'ın içerisinde bazen irrasyonellik vardır. İrrasyonel olma durumu burada başkalarının alacağı daha büyük hasarlar uğruna sadece kendinizi iyi ve huzurlu etmek adına vicdani olanı yapmaktır. Ancak mantık her zaman rasyoneldir. Aslında vicdani ve ahlaki adı altında yaptığımız çoğu şey optimum faydayı sağlamak adına değil kendi çıkarlarımızı ya da kendi kendimizin huzurunu maksimize etmekle alakalıdır. Kendinizi yaptığınız, başardığınız işin sonunda huzurlu hissetmek adına aslında büyük resmi göremeden hareket etmek ne kadar doğrudur?
- Acaba neden akademisyenler, doktorlar (özellikle cerrahlar), mühendisler, hakimler gibi toplumsal ve entellektüel olarak prestijli meslekleri icra eden insanlarda ortak olarak ucu gözükmeyen bir kibir ve ukalalık ve yer yerde zalimlik vardır ?. Neden sadece kendilerinin ya da ürettikleri şeylerin en doğru ya da en iyi olduklarına inanıp diğerlerini küçük görme ya da dışlama eğilimindedirler ve neden bu meslek guruplarındaki insanlar kendilerini toplum içinde olduklarını söylerken aslında topluma kapalı yaşarlar. Sadece kazandıkları entellektüel birikim ve mesleklerinin yapısı yüzünden mi?. Hayır. Bunun nedeni aslında ilginç. Bu insanlar bu mertebelere gelene kadar o kadar çok sıkıntı ve acı çekerler ve mahrum kalırlar ki; sonunda bu durumlarına ulaştıkları zaman ödedikleri bu ağır bedeller sonucunda diğer hiç bir şeyin daha değerli olabileceği ve önemsenebileceği ihtimalini düşünmezler. Çünkü geldikleri yol çok zorludur. Bu kadar ağır şartlar ve zorlanmalar ve yoksunluklar ile bu düzeye gelmiş birisi için daha değerli veya önemli ne olabilir ki ?. İşte bu inanış bu mesleklerde bir yere gelmiş insanlarda kibir, ukalalık ve kendilerini toplumdan izole etme ve hatta zalimlik şeklinde kendisini gösterir. Hatta kişi bu duruma gelene kadar ki aşamalarda algıladığı bu sıkıntının ve zorulukların, yoksunlukların dozuna bağlı olarak kişi kendisini diğer her şeyden bile üstün görebilir. Bu yüzden mesleklerindeki insanlar özel ya da mesleki hayatlarında hata da yapsalar, zamanın gerisinde de kalsalar (teknik ya da entellektüel açıdan) bunu asla kabul etmezler. Çünkü bu durum için çok bedel ödediklerine inanmaktadırlar. Daha fazla bedel ödemek konusunda ciddi defansları vardır. Çünkü çok acı çektiklerini bundan sonrada artık bunun sefasını sürmeleri gerektiği konusunda sağlam bir inançları vardır.
-İlginç bir anektod okudum Cevdet Kılıç'ın Bilgelik Hikayeleri adlı kitabında. Aslında yazmaya değer çok fazla anektod var ancak iki tanesini ben beğendim. İlk Anektod şöyle;
Bir gün baba eve gelir ve acayip şekilde yorgundur. Onun eve geldiğini gören oğlu çok sevinir ve babasının bacağına sarılır. "Babacığım hoş geldin. Seninle oyun oynayalım mı"? der. Baba o kadar yorgundur ki. Oyun oynamak gibi bir hali asla yoktur. Ancak çocuğa da ne diyeceğini bilememektedir. Aniden gazetede ki büyük bir dünya resmi gözüne ilişir ve aklına bir fikir gelir. Bu gazetedeki dünya resmini oldukça küçük parçalara ayırır ve çocuğa verir. Der ki. "Eğer bu dünya resmini tekrardan birleştirebilirsen seninle oynayacağım." Böylelikle zaman kazandığını düşünür baba. Nasıl olsa o resmi bir coğrafya profesörü bile kısa bir zamanda birleştiremez diye düşünmektedir. Ancak çok kısa bir süre sonra çocuk resmi tamamlamış bir şekilde babasının yanına gelir ve " Baba bak. Resmi birleştirdim. Artık oyun oynayabiliriz.." der. Baba resmen şok olmuştur. "Nasıl yapabildin bu kadar kısa sürede bunu" diye sorar. Çocuk;" Bu dünya resminin arkasında bir insan resmi vardı. O insanı birleştirdim ve Dünya resmi de birleşti" diye cevap verir.bu hikaye üzerine uzun süre konuşulabilir. Çok farklı açılardan açıklanabilir altındaki düşünce bana göre. Ancak bu açıklamalardan bir tanesi de problemlerin çözüm yolu sadece ilk anda gördüğümüz kısıma göre geliştirilmemelidir. Problemin başka yönlerinde belki problemin tamamının çözümüne çok kısa sürede neden olabilecek başka bir ip ucu ya da problem olabilir. Yani karşılaştığımız problemlerin türü ne olursa olsun çözmeden önce incelemek gerekir.
İkincisi ;
Bir bilgin özel bir durumunun çözümünü rica etmek için kralın karşısına çıkar ve ondan bu özel durumun çözülmesini rica eder. Kendisi için çok önemli olduğunu, bunun huzurlarında biz çözüme kavuşturulmasından dolayı kendilerine ömür boyu müteşekkir kalacağını ifade eder. Ancak kral bunu kabul etmez. Bu sefer bilgin Kralın ayaklarına kapanır ve ondan bu sorunun çözülmesini talep eder. Bu olaylar gelişirken bilginin öğrencileride durumu gizliden izlemektedirler. Bilginin kralın ayaklarına kapanmasına çok içerlemiştirler. Bilgin kralın huzurundan ayrıldıktan sonra etrafını sararlar ve bilgine kızgın bir şekilde söyle derler. "Sen bir bilginsin o kralı yetiştiren kişisin. Sen bize her zaman hiç kimse karşısında bilimin bilginin eğilmemesi gerektiğini söylerdin. Ama sen ne yaptın. Nasıl bir çelişkidir bu." diye sorarlar. Bilgin cevap verir. "İlk ricamı kıral duymadı. Sonradan farkettim ki aslında kıralın kulakları ayaklarında imiş. Bende daha iyi duyması için kulaklarına yaklaşarak bir daha ricamı tekrarladım. Hepsi bu".
Bazı insanların kulakları ve beyinleri ayaklarındadır. Omuzlarının üzerinde değil. Dolayısı ile onlarla konuşabilmeniz için ayaklarına doğru konuşmanız gereklidir. Yoksa sizi duyamazlar. Bu normal bir durumdur. Sizi alçaltmaz. Ancak Kulakları ve beyni omuzlarının üzerinde olan insanlarla ayaklarına doğru konuşursanız onlarda sizi duyamazlar.Ancak bu durumda siz alçalırsınız. İşte bu iyi ya da normal değildir. Kulakların nerede olduğuna dikkat etmek gereklidir.
Yorumlar
Yorum Gönder