Ana içeriğe atla

Hafıza Kırıntıları - 31

- Tatil dönemimde iki kitabı bitirme şansım oldu. Bunlardan birisi Albert Einstein'in Fikirler ve Tercihler 'i Diğeri'de Sun Tze (San Zi okunuyor) 'nin Savaş Sanatı  İlk kitaptan öğrendiğim şu ki; Albert Einstein çok büyük bir bilim adamı olmasının yanında da ciddi bir politikacı imiş. Çok büyük bir semitik. Yazdığı öyle yazılar var ki okurken bazen kendinizi tutamayıp geriliyorsunuz. Ancak bu onun kendi toplumuna sahip çıkması kendisini o zümreden görmesinden ve ona göre bir yere ait değilseniz hiç bir şeysiniz düşüncesinden başka bir şey değil. Elbette içinde bulunduğu tarihler ve o sapık Adolf Hitlerin zulmüde eklenince böyle olması normal. Ancak böyle diye yaptığı bilimi hiç bir zaman sadece Yahudi toplumuna göre şekillendirmemiş ya da onlara göre yapmamış onuda eklemek lazım. Akılma takılan bir kelimesi var kitapta. Oda şu. "Olan, olması gerekeni açıklamaz". Yani saf gerçekler hayattaki gerçekleri açıklamaz. İçerisinde bir "değer" faktörü vardır. Yani ahlak. Saf gerçeklerin ahlakı yoktur. Ancak gerçeğin bu şekilde olması onun eksik bir yanının olduğunu söyler Einstein. Tamamlayan Ahlak'tır. Yani gerçeğin topluma ne derecede iyi, faydalı olduğu ve mutluluk verdiğidir önemli olan. Sadece gerçek olması değil. Ancak Einstein'in tanımladığı ahlakın içerisinde din yok. Bu Budist, Taoist düşüncedeki ahlaktan bahsediyor Einstein.

- Savaş Sanatı'ından biraz bir şeyler bekliyordum ama kısa bir metinden bu kadar şeyin kafada aydınlanacağını da beklemiyordum. Öncelikle fark ettiklerimden başlayalım. Sonra anladıklarımı yazarım.

Birincisi Çince'de aynı Arapça gibi. Dilleri ve yazıları tam bir muamma. Kadim Çinceyi, kadim zamanlarda yaşayanlar bile tam çözememiş. Çünkü Sun Tze'den sonra bir sürü Çinli düşünür ve zamanın büyük komutanı kitabı yeniden "Tefsir" etmişler. Okuduğum kitapta bu eserin kabul edilen en iyi 11 çevirisini içerisine almış. Çok yakınlarıda var çok uzak tefsirlerde var.

Başka dikkat ettiğim bir şey daha, Japon kültürü aslında Batı kültürüne daha çok benziyor. Çin kültürü'de daha çok Doğu kültürüne. Japonların Çinlilere göre tipik karakteristiği "bireyci" yaşamaları. Başarıyı mutluluğu, hüzünü vs. her şeyi bireysel olarak algılıyorlar. Kollektif bir bilinç çok fazla gelişmemiş . O yüzden de belki gurur müessesesi oldukça gelişmiş, herşey hakkında kendilerini fazla sorumlu tutuyorlar. Buda onlara ciddi bir sertlik, yılmazlık ve kibir getiriyor. Ama Çinliler öyle değil. Çinliler herşeyi daha kollektif olarak yapmaktan yanalar. Bireycilik çok sevilen bir şey değil. Daha yumuşaklar ve sakinler yaşayışlarında onlar için asıl önemli olan bilgelik ve yaşamın tadını çıkartmak. Yaşamı sert kurallar, yapılar ve düzenlenen kalıplar içerisinde yaşamak değilde daha bir gelişine akışına yaşamayı, doğayı yüceltmeyi Japonlara göre daha fazla yapıyorlar. Aslında kültürel olarak Japonlar ile Çinliler arasında çekik gözleri dışında çok bir benzerlik yok. Japonlar daha rasyonel ve sert, Çinliler daha filozof ve yumuşaklar.

Kafamda çakan şeye -yani anladığıma- dönersek;  Savaş Sanatı kitabı sonuçta bir askeri strateji kitabı. Askeri ve diplomatik açıdan önemli bir eser. Çünkü çok eski. (M.Ö 6. yy) Ama bir şey daha anladım. Kitabı okurken nedense hep aklıma Büyük Britanya İmparatorluğu geldi.  Bu toplumun malum siyasi yapısı dünya da ciddi bir örnektir. Küçük bir adadan dünyanın neredeyse tamamına yakınını yönettiler, fiziksel olmasa da hala yönetiyorlar. Bir sürü devletin kurulmasını sağladılar, Amerikayı yarattılar, Endüstri Devrimini Yaptılar, Kapitalizmi buldular vs. Ayrıca dünya da "İngiliz Diplomasi Tarzı" denen bir şey var. İngiliz Diplomasisinde Kibar, saygılı, kavgaya hararete yer olmayan, her konjoktöre uyum sağlayan, sabitleri olmayan, her zaman dengeleri koruyan ve savaşı her zaman en son seçenek olarak ele alan bir yapı vardır. Asillik, Sabır ve Zeka her zaman Güçten, Hırstan ve Saldırganlıktan önde gelmiştir İngiliz siyasetinde. (Bir kere Kurtuluş Savaşında bu durumu Türkiye için bozdular o zamanda ağızlarının paylarını aldılar. Çünkü karşılarında Atatürk gibi bir bu oyunları bilen komutan vardı. Bir hata yapıp düşmanı hafife aldılar, fazla kibirli davrandılar.) Ancak bu tarzın aynısı Sun Tze'nin savaş sanatı kitabında birebir var. Tamamen aynı şeyler. Bu kadar benzemesi de bana ilginç geldi.  Savaş Sanatının içerisinde, "Savaş en son seçenektir","Silahlar uğursuzdur ve başka seçenek olmadığında kullanılmalıdır","İstihbarat ve Casusluk savaşta çok önemlidir" gibi şeyler var. Sürekli bir iktisadilik üzerinde duruyor kitap. Hatta bazı yerlerde bu iktisadiliği abartarak "Silahını kendinden, yiyeceğini de düşmanından tedarik et" gibi şeylere giriyor. Asıl önemli olan aslında neden böyle stratejiler üzerinde durmuş olduğu. Çünkü kocaman bir Çin coğrafyasında çok büyük bir imparatorluk kuracaksanız bu kadar büyük arazilerde güç kullanırken çok dikkatli olmalısınız. Çünkü lojistik acayip büyük bir sorun ve çok pahalı.Şu anda bile bu durum böyle. Daha o zaman Sun Tze bunun farkına varmış. İşte o yüzden savaş denilen şey oldukça pahalı ve sosyal olarak , psikolojik olarak da toplumu acayip yıpratan bir şey. Bundan kaçınmak için yani gücünüzü toplumunuzda tutabilmek, askerlerinizi ve silahlarınızı sadece dışarıdakilere karşı caydırıcı bir önlem olarak tutabilmek için ve aynı zamanda da daha temiz su kaynakları daha verimli ovalar vs gibi büyüyen nüfusunuza yer açmak için ne yapmanız lazım? Savaşmadan çatışmaları kazanmak gerekiyor. İşte bunun içinde en üst düzeyde verimlilikle en üst düzeyde etki sağlamak gerekli. Bununda tek yolu. İyi strateji, planlama, istihbarat ve casusluk ile politika faaliyetleri. Yani  genel anlamda diplomaside casusluk, istihbaratçılık, karşı casusluk (içeriden adam satın alma, rüşvet vs) gibi yöntemler oldukça insancıl ve yapılması gereken şeyler. Çünkü olası bir silahlı savaşta her iki taraftan oldukça fazla "insan, silah, para, yiyecek kaybı" var. İşte bu mantıklı değildir. Canları, parayı, kaynakları korumak için bu işi diploması ile, sinirlenmeden, sakinlikle, casusluk-  karşı casuslukla, politika ile, müzakere ile halletmeniz gerekli. Bu daha insancıl ve karlı. Buradan hareketle aslında bize bugüne kadar zerk edilen kahramanlık ve ilgili ölme öldürme istekli temaların ahlakiliği ve insancıllığını ben ciddi olarak tartışmalı buluyorum. (Gerçi burada onları tarşımaya girmeyeceğim. Onu siz düşünün.) Eğer her şeye rağmen olmuyorsa en son çare savaşmak. Ve aslında en son çarede dünya savaş tarihindeki akıllı komutanların ve siyasetçilerin en az yaptıkları şey. Ünlerinin tamamına yakınını savaş meydanlarında değil maslarda kazanmışlardır.Kendileri değil başkalarının kanı canı üzerinden olmuştur bu ünler büyüklükler. Bize öğretilen gösterilen işin süsü püsü aslında. Çünkü bu siyasal olarak oy alan bir şey inanmaya alışmış bir toplumu rehavete götüren onları rahatlatan bir şey.

Konuya dönersek; Büyük Britanya da neden büyük? işte bu yüzden. Peki düşmanlarınızı ya da potansiyel düşmanlarınızı nasıl savaşmadan yenersiniz ? Onların içlerine hatta kültürlerine -uzun sürsede- , savaşın savaşçılığın, askerliğin, göz göre göre ölüme gitmenin iyi bir şey olduğunu, müzakerenin, stratejik olmanın, uyanık olmanın, kötü bir şey olduğunu zerk edersiniz. Stratejiden önce barbarlığın, kanın, ölmenin, öldürmenin, iyi bir şey olduğunu kafalarına çeşitli argümanları kullanarak kazırsınız, daha sonra onların ahlaki, toplumsal, kültürel kodları ile oynayıp bu yapıya uygun bir sistem yaratırsınız, - mesela kahramanlık gibi, delikanlılık gibi, şehadet şerbeti içmek gibi, dinen müjdelenmiş ödüller gibi, türküler, şarkılar, tarihsel hikayeler, masallar gibi-  ondan sonrada bu gaz ile salarsınız bunları meydana. Beklersiniz. Onlar birbirlerini yerken her türlü kaynağını saçma sapan bir uğurda tüketirken sadece beklersiniz beklersiniz beklersiniz. Zamanı gelincede bitmiş bir orduyu, her açıdan (sosyal-kültürel-ekonomik) tükenmiş bir toplumu tek bir askeriniz ölmeden, tek bir silahınız ateşlenmeden, tek bir kuruşunuz harcanmadan masada herşeylerini siyasetçileriniz ile , tüccarlarınız ile ele geçirirsiniz. İşte bu Sun Tze'ye göre "Gerçek Zafer" 'dir. Hatta son vurucu bir kelimesi; "Zafer savaş meydanında değil, daha başlamadan masada kazanılır" der.  Bu ve buna benzer fikirlerin bulunduğu bu eseri bir kez daha 20.yy'da Kapitalistler keşfettiler. Sun Tze'nin bu lafının ekonomiye uyarlanmış varyasyonu'da "Mal Satarken değil, Alırken Kazanılır." olabilir belki. Bu kitap O yüzden büyük iş adamlarının kütüphanelerinin neredeyse hepsinde bir şekilde bulunur. Gerek ekonomik gerek askeri açıdan bakalım. Hangisi daha iyi kahramanca çarpışarak ölmek mi, yoksa kapalı kapılar arkasında yapılan alışverişler, müzakereler mi sizin ve toplumunuzun yaşamına, geleceğine mi daha faydalı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Akademik Unvan Konusu

Eğer bu camiaya uzaksanız unvan/ünvan konusunun ne derecede (!) önemli olduğunu pek bilemeyebilirsiniz. Türk akademik camiasında unvan(bundan sonra böyle diyeceğim) her şeydir. Gerisi teferruattır. Bilenler bilir... Demiştik. Unvan önemli diye. Akademisyenler içerisinde hayat, memat meselesi olan bu unvanlar ancak sahipleri tarafından bir türlü doğru yazılmaz ya da ne anlama geldiklerini - abartmıyorum -%80'i bilmez. Peki doğruları nedir? Bu yazının konusu bu olacak. Dilim döndüğünce. Aslında akademik unvanlar ülkeden ülkeye hatta bilim dalından bilim dalına bile çok değişkenlik göstermekte . Aşağıda Engin Arık hocanın blogundan derlediğim genel bir unvan açıklaması var. Kaynaklar :  [1] , [2] , [3] , [4] Öncelikle Unvan / Ünvan konusunu açıklığa kavuşturalım. TDK sözlüğüne göre doğru yazılış unvan. Yani isim, san manasında. Ünvan diye kullanımları da var ancak Türkçe Dili Resmi Sözlüğüne göre UNVAN. Akademik unvanlar ülkemizde Resmi olarak 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu

Co-Creation Dedikleri Şey.

Aslında Türk iş dünyasının ingilizce, türkçe karışık saçma sapan jargonundan hiç hazetmem. Bana çok itici gelir. Ancak bu dünya da bu şekilde konuşmak sanki bir iştir ya da gerekliliktir. Ne kadar tuhaf ve acayip konuşursanız o kadar adam yerine koyarlar. Oysa ki sizi anlamışlar mıdır?. Kesinlikle hayır. Bu konuda benim çok sevdiğim bir yazı var. Merak edenlere buyrun buradan ... .

Şirketim Güzel Şirketim

İlk kez Hafıza Kırıntısı serisine bir saplama yapıp başka bir konuda "Fikrimi" belirtiyorum. Çünkü doldum yine. Bir şekilde boşaltmam lazım zihnimi. Çünkü bu beni rahatsız ediyor. Son zamanlarda, yıllarda ülkede bir girişim saçmalığı almış başını gidiyor. Saçmalık diyorum çünkü yapılan organizasyonlar oluşturulmaya çalışılan girişimler vs hepsinde ciddi yapısal ve fikri sorunlar var. Ülkede ,genel olarak en iyisini yaptığımız, sadece "mış gibi" yapıp olayı kapatıyoruz. Doğal olarak bu işinde piyasasında ve sektöründe burada saymayacağım bir kaç kafada, şanslı tipler var. Onlarda şişik egolarını dahada katlamak için yoğun çaba içerisinde. Ama ortada iş filan yok. Sadece "yaparmış gibi yapmak" var. Yoğun bir şekilde yüksek meblağlar dönüyor ortada. Ama bu kimin parası nasıl ortaya çıktı soran yok. Bunlar olurken bu tiplerde burada oluşturulan bol "aaayyy ne başarılı. Biliyor musun sıfırdan gelmiş." kalesinde mutlu mesut hiç bir işe yaramadan yaşı